12 Mayıs 2012 Cumartesi

Uyarlama...

“Hadi götür beni buradan!” dedim. Kaça kadar vaktim olduğunu sordu. Aslında sorar gibi baktı. “Sekiz bilemedin dokuz.” dedim. Saat zaten beşi geçmekteydi, alt tarafı üç saatim vardı. Gözlerinden hayır dışında çıkacak her cevaba razıydım. Yeter ki beni alıp götürsün diyordum. Öyle de oldu. “Gel bakalım, tek bir şartım var, saat sekize kadar bana tek bir soru bile sormayacaksın, sadece geleceksin, tamam mı?” dedi. Şaşırdım, ama evet demekten başka da çarem yoktu. Aslını sorarsanız onunla nereye olsa gidecek olan ben evet demekten başka bir şeyi de istemiyordum, sadece alışık değildim, korkuyordum da. “Tamam” dedim. Bu cevabım üzerine hafifçe gülümseyerek beni evine götüreceğini, o bulaşık yıkarken kenarda müzik dinleyerek onunla sohbet edeceğimi, sonra da bir keyif kahvesi içip beni evime bırakacağını da ekledi. Her şey söylediği gibi oldu, eve gittik ortak arkadaşlarımla gülüştük ve mutfağa geçtik. On iki günün bulaşığı birikmişti, tencereler tavalar bardaklar ve dahası. Üstüne rahat bir şeyler giyip geldi ve kollarını sıvamamı söyledi. Kollarını yukarı çekmemin ardından bulaşığa sokuldu, arada ben de yıkamak isteyince şakalaştık, sonunda başardım ve bende yardım ettim. Oturup onu izlemek, nasıl desem, lunapark’ta küçük çocukları izlemek gibiydi. Hiç farketmesin, saatlerce izlesem de hiç bilmesin hissetmesin istedim. Bardağın içinde süngerle döndürdüğü elinin sadece küçük parmağının hep havada olmasını, üzerine su sıçrattığında bana dönüp muzipçe gülümsemesini ilk defa görüyordum çünkü. Arkasına yaklaşıp ensesinden öptüğümdeki irkilmesini, sonra gülmekten kendini alamamasını seviyordum. Arkasından sessizce yaklaşıp ellerimi beline dolayıp, kafamı omzuna yerleştirmek ve ne kadar mümkünse öylece kalmak istiyordum, ama yapamıyordum. O ne yapsa sever miyim diye düşündüm bir an. O ne dese güzel gelir mi? Sonra yere düşen tavanın sesiyle irkildim ve benden masanın üzerini arıtttığı bardaklar için boşaltmamı istediğini farkettim. Dediğini de yaptım ama bir gözüm hep onun üzerindeydi ve kendime engel olamıyordum. Bulaşıkları hallettik ve balkona geçtik, hava serindi üzerime battaniye attı ve saçımı karıştırdı. O an ellerinin soğukluğuna rağmen kalbimi ısıttığını tüm vücudumda hissettim. Diz kapaklarımdaki karıncalanmayı tarif etmem mümkün değil. Bana her an dokunmuyordu ve ben buna aşıktım. Ben ona delilercesine sarılmak, dokunmak isteyene kadar hiç girmiyordu alanıma, saygı duyuyordu ama belli ediyordu da beni istediğini. Kahvelerimizi yudumlarken birer sigara yaktık ve sohbet etmeye başladık. Ordan burdan şurdan, hiç aklımda yok. Kolunun altına aldığı dakikadan öncesi ve sonrası vardı çünkü. Kafamı göğsüne yatırdı, saçlarımı tek tek okşadı, tel tel dağıttı ve toparladı. Bana bakmasını söylediğimde bakamıyordu. O kadar bakamıyordu ki on yıl izlermişcesine. Gözlerimin içine baktığında “siktir” deyip kafasını çeviriyordu. Bunun sıradan bir insanla göz göze geldiğinde de olup olmadığını merak ediyordum ama soramıyordum. Aslında o kadar çok şey soramıyordum ki. Bir konuşsak hiçbir şey şimdideki gibi olmayacaktı çünkü biliyordum. Böylesi en güzeliydi. Sonra öyle sıcak bir şey oldu ki. Öpse o kadar olmazdı. Kafamı elleriyle çevirip kulağının arkasına, boynunda en sevdiğim yere bastırdı. Dudaklarım değdiğinde de bana “öpme sakın öylece kal orada” dedi. Kaldım. O kadar güzeldi ki sarıldı ve benim dudaklarım dakikalarca orada kaldı. Gözlerimin içine bakıp “o sıcacık nefesini verişin varya, offf!” dedi. Ona göre sevginin başkalarının gözünden nasıl göründüğünün önemi yoktu çünkü. İki insan sevgili olmadan da birbirini sevebilirdi. Kardeşini de sevebilirdi, annesini de. Sadece sevgi çnemliydi. Herkesin sevilesinin hatta sevesinin geldiği anlar vardı ve o bu anlarda beni yanında istiyordu. Ve ben bu hiç bozulmasın istiyordum.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Korkuyorum...


Gerçeği öğrendiğim ilk gün geliyor aklıma. Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladığım o gün. Ne kadar da sıradan başlamıştı oysaki. Her zamanki gibi uyanamamış ve ailemle kahvaltıyı kaçırmıştım. Hal böyle olunca da duş alıp keyifli bir brunch yapmak işime gelmişti. Harika duş jelleri şampuan kokuları, sımsıcacık su falan filan derken keyifli bir banyonun ardından bornozumu askıda unuttuğumu hatırlayıp duşakabinden gayet üryan bir şekilde çıkmıştım. Kafanızda bu an nasıl şekillenir bilmiyorum ama benim için büyük bir hayalkırıklığı idi. Aynada kendinize baktığınız kısacık bir anı hayal edin. Minicik bir göz atma anını. Belki basit bir “nasıl görünüyorum?” yatıyordu altında, belki de “köpük kaldı mı?”. Ben bu soruların cevabını alabileceğim o kısacık anda, hayatımda daha önce hiç görmediğim ve ilerde de büyük ihtimalle göremeyeceğim bir tabloyu kendi vücudumda görmüştüm. O beden benim bedenim olamazdı. Sırtımda daha büyük olmak üzere, vücudumun pek çok yerinde kocaman morluklar vardı. Hani bir yere sertçe çarparsınız içinden kanar ya vücut o şekilde. Evet sırtım kan ağlamıştı. Kaç taneydiler sayamadım, denemedim de; o kadar çoktular ki…Bornozumu giyindim ve odama geçtim. Banyoda kendi kendime ne kadar zarar vermiş olabilirdim diye düşündüm ilk. Sonra iki gün önce yaptığım banyo aklıma geldi. Bunların hiçbiri yoktu. Bu kadar kısa zamanda bu kadar çok yere vücudumu çarpmış olabilir miydim. Örneğin kürek kemiğimin ortasını? Orasını nasıl bir yere çarpardınız ki? Nasıl?
İşte ben o gün bir şeylerin normal gitmediğini farkettim en acımasız ama en basit haliyle. Meğer onlar işin en basit yanıymış. Ardından gelen acımasız durmak bilmeyen burun kanamaları artık hastaneye gitmemin sinyalini verdi. Önce çok korktum, sonra birilerinin bununla başa çıkması gerektiğinin farkında vardım falan filan. Hayatım allak bullak oldu, en azından çok değişti. Şimdi geçirdiğim şu bir buçuk yıla bakıyorumda çok zor bir ilişkiye göz atar gibiyim. Mıh gibi aklımda o ilk gün, hiç çıkmayacakmış gibi.
Nasıl mı gidiyor? Bilmem. Tanılar değişmiyor ama tedaviler her yeni doktorda bambaşka geliyor. Her yeni silbaştan da kırgınlığım bir kat daha artıyor hayata karşı. Artık yoruldum mesela “neden ben?” diye sormaktan. Evet kurada ben çıktım sike sike çekeceğim bu meleti diyorum. Sonra tökezliyorum, ellerimi yere koyarak dizlerimi kurtarmaya çalışıyorum mesela. Bir şekilde kalkıyorum, arada kötü günümdeysem tekrar düşüyorum aynı yaranın üstüne ama bir şekilde kalkıyorum. Konuşmuyorum bazen düşünüyorum öylece, bakıyorum insanlara; hayatlarında neler döndüklerinden gram haberdarlar mı diye? Gerçekten sevmenin ne demek olduğunu görmeden ölme ihtimalleri olsa mesela daha hoşgörülü olurlar mı insanlara karşı diyorum. Saçmalıyorum.
Biliyorum bir yerde bir şekilde bitecek ama yine de korkuyorum.

3 Ocak 2012 Salı

mavi kotun..

hayatından usulca yitip gittim bir dur bile demedin. aslında ben sadece bir arkadaşa bakıp çıkmak niyetindeydim bilemedin ocakta yemeğim vardı, sonra seni gördüm, sana takılıp kaldım.
malum üç maymunu oynuyorsun hep. her şeyi en çok sen sezerken, en iyi sen anlarken, olup bitenden en güzel bihaber olanda sensin. o kadar güzel bihaber oluyorsun ki aşık oluyorum. yine yeni yeniden..sana en çok yakışan mavi kotunun üstüne giydiğin bilmiyormuş numaralarına ne demeli? yazı hep sen getirirdin onlarla sevgilim.
bak şimdi de herkes duyuyor gittiğimi ne kadar parmak ucunda da çıksam. diğer yandan adım kadar emin olduğum bir şey var ki; ben o kapıyı çarpıp çıksam da sen duymayacaksın. çünkü yine o mükemmel kombinasyonun var üstünde. malum yaz da geldi. sen, sana en çok yakışan mavi kotun ve üstünde de o muhteşem bilmiyormuş numaraların..

23 Ağustos 2011 Salı

eylül!


gökten üç arıza düştü; bir manik, biri depreşik, bir, de şizoların çakması..üçü de evlerden de bu yazının yorduğu gözlerden de ırak olsun. edip cansever’in “eylül’ün sesiyle” şiirini de bu vesileyle unutmayalım arkadaşlar. ne demişti edip bey o tek dizesiyle bile; “bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar!”.. daha ne desin? yeri gelmişken demek çok sıradan ben yeri gelmemişken bir de cemal süreya’dan bir ikilik yazayım size; “daha nen olayım isterdin?/ onursuzunum senin!” şair de, şiir de, aşk da, hak’katen daha ne desin? kısacası, ezcümle demeyi de severim sevmesine de lütfen dünyanın en sıkıcı yazısı olan bu yazıyı okumayın baylar bayanlar!
eylül! o yalnız ay.
evet evet eylül galiba tek başına bir mevsim. yani ailenin tek çocuğu. o tek olan çocukların hepsinin şımarması da gerekmiyor tabi, bazısı gereğinden fazla kederli ve dalgın da olabiliyor, bazısı da alçakgönüllü, şakacı, gönlü gani. eylül de ne ağustosla akraba o yüzden, aralarında halef-selef ilişkisi bile yok gibi, ne de ekimin önceden gönderdiği bir keşif kolu gibi.
neyse diyeceğim o ki depresyona bu yalnız ayı bağlamamak lazım. depresyon daha gerilerde, daha derinlerde bir yerlerde, bir değil birkaç ayda, kökleri o kadar uzaklarda yani. bize küser, korkusundan mı yooo, eylül kimseye küsmez kendine bile. eylül küsmeme ayıdır, eylülün ekime bir teraziyle uzanması da bundandır.
cemal süreya’nın eylül’le ilgili mutlaka bir şiiri olmalı. çünkü derin acısını unutmak, derin yasını dindirmek için çocukluk denen başkentten kovulup uzun bir cumhuriyet uykusuna yatan, ahmet oktay onun için mi demişti bilmiyorum “acısını sızdırmayan sarnıç” olan cemal süreya için eylül bence en uygun mevsimdir. yazımı bitirdikten sonra kesinlikle sevda sözleri‘ne bir bakacağım var mı yok mu diye eylül adlı bir şiiri.
neyse efenim. sonuçta eylül’ü suçlamayalım. eylül’ün bu depresyon işlerinde şu kadarcık suçu yoktur! eylül’ün yoktur da benim var mı? bende şu depresyon işinden nasıl çıkacağımı kara kara düşüneceğime güzel güzel yazmak istedim. her zaman sora sora değil bazen de yaza yaza çıkılmaz mı işin içinden? şiir niye yazılır sanıyorsunuz, şair denen kişi işler sarpa sardığı zaman imgelerle, çağrışımlarla, metaforlarla, alegoriler, bezemeler, benzetmeler, kafiyelerle dolu bir yığın dizeyi alt alta getirerek, kendisinde başka bir kişi varmış, şair iki kişiymiş gibi yaparak suçu ikincinin üstüne atmak, işleri onun nasıl karıştırdığını, sorunları onun çıkardığını söylemek için şiir yoluna başvuran kişi değil midir, değilse nedir? eylül de bu açıdan bir şair uydurmasından başka bir şey değildir.
uff bilmiyorum galiba işin içinden bu gidişle çıkamayacağız ve depresyon deryasına tepetaklak dalacağız..ne diyeyim hayırlısı..

iki şey.


yatağımdayım. sol tarafımda büyük bir ağirlik var. hissizleştirecek kadar büyük. odaya sürekli birileri girip çıkıyor da gözlerimi açıp “kim ki?” cinsinden bakmaya mecalim yok. ya da belki de kimse girmiyor, yalnızlığım sürekli kapıyı açıp kapayan. hoş sen olsan, tanırdım zaten. gelişinden, kapıyı açtığında duraklamandan, eğildiğinde burnuma gelen o eşsiz kokundan…
biliyorsun son zamanlarda biraz hastaydım. ama biraz. her sabah burnumun kanaması normaldi zaten, ama son zamanlarda kanamayı durduramaz oluşumuz seninde dikkatini çekmişti. vücudumda garip garip yerlerde kırmızı mor lekeler oluşmaya başlamıştı. ne garip yerleri, neredeyse tüm metrekaremde vardılar aslında. ben aynaya her baktığımda nefret ediyordum onlardan, her gördüğümde ağlıyordum. bir keresinde; duştan çıkmıştım ve yine haykırmıştım banyodaki minik aynamıza ve sen her zamanki gibi gelip tek tek öpmüştün hepsini. işte bir tek o öpüşlerinde o lekelere “iyi ki varsınız” gözüyle bakıyordum. “iyi ki o kadar çoksunuz” diyordum içimden. her hafta hastaneye gitmek zorunda olmak çok can sıkıcıydı malum rutin kontrol testleri, hastalığın seyri falan filan; ama sen her seferinde bir muziplik yapıp o çekilmez yolu paha biçilemez hale getiriyordun. en çok da şeyi seviyordum biliyor musun? bir kaç ay sonra zaten ölecek olmamı ikimizinde bimesine rağmen inatla emniyet kemerini bağlatman! ve her seferinde “bağlamazsak ölürüz” temalı muzip bakışını atman. evet çok sevimliydi ve sende bunun farkındaydın. tüm bu şeylerin bana iyi geldiğinin.
en son iki ay önce “buna katlanmana gerek yok, git artık, bırak beni” konulu konuşmamı yapmıştım sana. zira hastalığımın son zamanlarında bir süredir düzenli olarak yapıyordum bu konuşmayı. ama sen kızmıştın işte en sonunda, ve bir daha bu konuşmayı yaparsam gerçekten gideceğine dair bir şeyler söylemiştin. aslında gitmen için bir daha konuşmalıydım ama şöyle demiştin: “…bir daha bu konuşmayı yapmak durumunda kalırsak gerçekten giderim. ve bil ki; gitmek istediğim için değil senin gitmemi istediğin için! ve şimdiden söyleyeyim ben çok iyi giderim ve dönmeyi de hiç beceremem.” ve ben sırf böyle dediğin için konuşamamıştım bir daha. evet gitmeni ve bir daha dönmemeni göze alamadım. kendi isteğinle gitmeni göze alabilirdim oysaki, gitti bıraktı beni der ölümle olacak basit kucaklaşmayı bekleyebilirdim, ama benim yüzümden gitmeni…yapamadım.
bir sabah kusmalarım başlamıştı. aldığım ilaçların yapması gereken en önemli yan etkiydi, bekleniyordu yani tarafımızca. ama bekliyor olmamız iğrenç oluşunu örseleyemiyordu. gitgide yıpranıyordun tüm bu yaşattıklarımdan. o kadar zor gelmeye başlamıştı ki sana bu süreç ortalığı temizlemek hiçbir şeydi benim yaşattıklarımın yanında. en acısı da artık ben “git!” demeye korkuyordum, çünkü her zamankinden güçsüzdüm ve sana çok ihtiyacım vardı. sonunda olan olmuştu. o gün benim agoniye girdiğim gündü. ölümden önceki ölüm haline.
o dönem işinde sorunların vardı zaten ve o gün çok daha stresli gelmiştin eve. tüm sinirine rağmen ilaçlarımı ellerinden alıp içtikten sonra, seni dinlemek için dizine yatmıştım. tam tersi olması gerekiyordu biliyordum ama hastaydım ve dizlerinin üzerinden yüzüne bakmak çok keyifliydi, sen saçlarımı okşayınca ruhumu okşuyordun çünkü. kısacası yine dizlerindeydim ve çenenin üzerinden görünen sivri bir o kadar da düzgün burnun ile kusursuz kirpiklerini izleyerek seni dinliyordum. gözlerini göremiyordum burdan, ama ateş fışkırıyordu hissediyordum. başkalarının üzerine düşen görevleri yapmamasını anlayamıyordun ve o başkaları gene üzerine düşenleri yapmamışlardı. tüm planların bozulmuş, acil bir şekilde işe baştan başlaman ve zamanında yetiştirmen gerekiyordu. söylemiyordun ama cümlelerinin arasında yuttuğun gizli cümleleri duyuyordum. “seninle ilgilenmek de cabası!”, “çok yoruldum hepsiyle başa çıkamıyorum artık bir yandan işler bir yandan sen.” diyemiyordun ama dedim ya ben duyuyordum. seni bu kadar yıpratmalarına  en çok da seni bu kadar yıpratmama üzüldüğümü belirtmek isterken o iğrenç bulantı hiç olmaması gereken zamanda ve yerde mideme saplandı ve kendimi tutamadım. olan olmuştu. ve sen ilk defa bana o şekilde bakmıştın, benden iğrenmiştin. ağzından ilk defa o zehirli kelime çıkmıştı bıkkınlığının elçisi olarak.
“yeter!”
o olaydan sonra tabiki gittin ve bir daha seni göremedim. hiç gelmedin, aramadım da hakkım yoktu. çok zamandır çok istediğimi sandığım o şey olmuştu. gidişin. dedim ya çok istediğimi sandığım. zannettiklerimiz yaşandığı anda en çok aci veren şeylermiş. pişmanlıkla arasında ince bir çizgi varmış ve ben bunu en zayıf zamanımda en hasta halimle öğrenmiştim. sonuçta zordu ama olması gerekendi ve ben aramıyordum. sol tarafım gitgide ağırlaşıyordu. hastalığımın etkisiyle kardiyomegali yani kalp büyümesi gelişiyordu ama benim sol tarafımı ağırlaştıran o değildi. sendin. içimdeki senin dışardaki senle kavuşamamasıydı.
dedim ya yatağımdayım ve sol tarafım çok ağır. yalnızlığım ve ben iki şeyi çok özlüyoruz. biri sen, biride ikinci kez ölmek…

gelebilirsen..


“bir şey istesem yapar mısın?” diyemediğim bir zaman dilimindeyim. karşındaki insanın elinden bir şey gelmediğini bilmek rahatlatır sanmıştım oysaki. rahatlatmıyormuş. suçlayacak kimse kalmıyormuş. sorun onda da sende de olmuyormuş çünkü.
evet. elinden bir şey gelmiyor. ama bir gün belki olur da gelir diye başka bir şey demeyi seçiyorum sana. “olurda bir gün yapabilirsen yapar mısın?”
http://fizy.com/#s/1jwk2h

5 Haziran 2011 Pazar

senle...

senle şöyle oturup konuşmak vardı
türk kahvesi orta şekerli
sigara bir kaç nefes...
basit bir konu
mutluluk mu?
basit mi ki o bilemedim. 
ayrılık mı?
ağır gelmez mi?
her neyse 
konuşmak vardı işte
ama öyle havadan sudan konuşur gibi değil.
konuşur gibi konuşmak.
evet evet
senle şöyle oturup konuşmak vardı.
birkaç yudum şarap eşliğinde.
klasik olmak vardı
bacak bacak üstüne atmak 
içten içe dilimizin ucuna gelenleri...
dilimizin ucunda bırakmak
sonra yutkunmak
"söz sende" bakışı atmak..
mahçup kırık
konuşmak vardı.
konuşamadıklarımızı konuşmak...


hep yapamadığımız gibi
özlem duyamıcak kadar yabancı olduğumuz gibi
anla işte sadece konuşmak vardı senle
konuşmak...